Bir Türkolog olarak uzun yıllar yaptığı çalışmaları 1984'de Türklerin Tarihi kitabında yansıtan Jean-Paul Roux'un bakış açısından dikkatimi çeken noktaları özet olarak toparlamaya çalıştım.
Giriş
Bu serüven dörtnala giden atlardan, talanlardan, ırza geçme olaylarından, yanan kentlerden, kafatası kulelerinden oluşuyor. Şiddetten, kandan ve esriklikten oluşuyor. Ama aynı zamanda dinginlikten, barıştan, düzenden, örgütlenmeden, ölçülülükten, bilgelikten, yakarışlardan, hoşgörü ve dostluktan, kardeşlikten, ince zevkten, olağanüstü gizemcilik coşkularından, çok güzel sanat ve duygu ifadelerinden oluşuyor.
Bu serüven, sıradan olanın üstüne çıkan her şey gibi, karşıtlıklar, aykırılıklar ve aşırılıklardan oluşuyor. Ve aslında bu serüven, bir zamanlar içinde yaşattığı barbarla, bugün oluşturmakta olduğu uygarı aynı anda içinde yaşatan insanın, en iyiye olduğu kadar en kötüye de muktedir olan insanın yapıtıdır.
Türk Olgusu
Araştırmalarımızın bizi götürdüğü, dünyanın hiç de konuksever olmayan bu bölgelerinde alanlar sonsuz denecek kadar geniştir ve aradığımız kişiler sürekli olarak yer değiştirme alışkanlığındadır. Kuşkusuz göçebelik sanıldığı gibi düzensiz bir biçimde dolaşıp durmak demek değildir, her topluluğun yaz ve kış için kendine ait konaklama yerleri ve göç yolları vardı, hiçbir topluluk komşusunun yolunu kullanamazdı ve yüzyıllar boyunca düzenli olarak aynı bölgelere giden göçebeler elbette kıtalararası yolculuklara diğer halklardan daha yatkındılar. Örgütlenme biçimleri ve adları değişmediği sürece izlerini takip etmek kolaydır. Ama onlar sanki izlerini kaybettirmek istiyormuş gibidirler. Dağınık boylar, federasyonlar biçiminde bir araya gelir, içlerinden biri bu federasyonun başına geçer ve adını kabul ettirir ve daha sonra bir araya gelişleri kadar ani bir biçimde dağılırlar. Boyların her biri yeniden bağımsız olur ve bu geçici, ama büyük bir karmaşa yaratır.
s.25
Tatarların adı, ilkçağdaki lanetlenmiş bir yer adına ve “barbarlar” sözcüğüne gönderme yapacak biçimde XVIII yüzyıldan itibaren Mançular da dahil olmak üzere tüm göçebe ve yarı göçebeleri kapsayacak bir topluluğu tanımlamak üzere Tatarlar olarak değiştirilmiştir. Türk adını taşıyanlarsa başlangıçta Altay Dağlarında yaşayan demirci bir halktır.
s.26
...bazı tutum ve davranışlar da aynı kalmıştır: maddi ve manevi sağlamlık, yüksek onur, verilen söze sadık kalmak, ihanet edenlere karşı acımasızlık, ırkçılıktan uzak oluş, vurgulu bir askeri anlayış ve buna uygun erdemler, gözü peklik, savaşanlar arası dayanışma, üste kesin itaat, kendisinin ve başkalarının yaşamını hiçe saymak, idarecilik ve muhasebe anlayışı, arşivleme becerisi, toplumsal sınıfların çok güçlü bir biçimde yapılandırılmış olmasıyla birlikte aralarında geçiş yapma kolaylığı, bilim ve sanat sevgisi, büyük mimarlık başarıları, Islamiyetin ancak çok yavaş bir süreçle yok edebildiği kadınların toplum içindeki şaşırtıcı sağlam konumları, din alanmda bitmek tükenmek bilmeyen bir merak ve kiliseleri örgütleme çabası, hoşgörü, tasavvuf merakı ve bir tür alaycı kuşkuculuk. Zihniyet dilin yansıması (ya da dil zihniyetin yansıması) olduğuna göre, bu özelliklerin aynı zamanda Türkçenin özellikleri olduğunu söylememiz yadırganmamalıdır.
s.27
Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek tek tanım dilbilimsel olandır. Türk, Türkçe konuşandır. Başka bir tanım son derece yetersiz kalır.
s.28
Hıristiyanlıktan hemen önceki dönemde, uzun boylu, sarışın, mavi gözlü paleo-Asyalılar ya da Türkleştirilmiş Hint-Avrupalılar olması gereken insanlardan oluşan Kırgız halkından Türk olarak söz edilir. Bu durum yüzyıllar boyunca artarak sürmüştür. Türkler dışardan evlenme eğilimli oldukları ve eşlerini Türk olmayanlar arasından seçtikleri, rastladıkları her kavimle karıştıkları, dilleri çok büyük bir çekim gücüne sahip olduğu ve pek çok topluluk da bu dili benimsediği için Türklerle ilgili ayırıcı nitelikte denilebilecek fiziksel herhangi bir özellik saptama olanağı kalmamıştır. Yeryüzünde saf ırk olmadığını biliyoruz. Ama bu konuda daha ileri gitmek ve Türklerin karma bir ırk oluşturmadıklarını söylemek zorundayız. Türklerin hiçbir özelliği yoktur. Dolayısıyla kendi içinde bir Türk ırkından söz edemeyiz.
s.29
Ne etnik ne de dinsel değeri olan Türk sözcüğü herhangi bir devlet veya ulus kavramını akla getirmez. Türkler tarihlerinin hiçbir döneminde, tek bir yerde, belirli sınırlar içinde, ortak bir buyruk altında bir arada olmamıştır. Kurdukları en büyük imparatorluklar bile içlerinden ancak bir bölümünü ilgilendirmiş ve kendilerinden daha kalabalık olmayan Türk olmayan topluluklara dayanmıştır. Hatta günümüzden önce gerçek bir Türk devletinin, yani çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu, Türklerin yönettiği ve kendini Türk olarak kabul eden bir devletin hiç var olmadığı bile söylenebilir.
s.30
Türklerde imparatorluk kurma eğilimi vardır. Türkler sözcüğün tam anlamıyla yeryüzünün hükümdarlarıdır. Kurdukları ve hiçbiri diğerine benzemeyen imparatorluklar iki bin yıl boyunca bazı temel özellikler taşımaktadır. Bu imparatorluklar birer halkların farklı değerlerinin bütünlüğüydü: Türkler bu imparatorluklarda, halkları uyum içinde bir arada yaşatmaya çalışıyor, onlara güçlü bir biçimde merkezileştirilmiş ve baskıcı bir yönetimin altında kimliklerini, dillerini, kültürlerini, dinlerini, hatta çoğunlukla önderlerini muhafaza etme hakkını da tanıyorlardı. Fetih hakkı olarak en yüksek görevler kendilerinin olduğu halde, ele geçirdikleri ülkenin insanları onlardan uygarsa, yerli halkı güven gerektiren görevlere getirmekten çekinmemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğunda yüksek devlet görevlilerinin çoğu Ermeni, Rum, Arnavut kökenliydi. Hatta Latin kökenli paralı askerlerin bile devlet hizmetine girdiği görülüyordu. Devlete yararlı olabilecek yabancıları çekiyorlardı, Galata’ya yerleşen Cenevizliler, Hıristiyan Reconquista tarafından Ispanya’dan kovulan Yahudilerdi. Hatta onların, kendilerine yararlı olacağını düşündükleri tekniklerim, kimi zaman yaşam tarzlarını,
kimi zaman dinlerini, kimi zaman da dillerini almışlardır. Başlıca kaygıları ise onları örgütlemek, idare etmek, savaşa sürmek, ücaretlerini, sanayilerini geliştirmek, sanat eserleri üretmelerini sağlamak, arşivler kurmaktı. Neden, genelde, ele geçirdikleri ülkelerin halklarının içinde eridikleri de böylece daha iyi anlaşılmaktadır.
s.41
Dışarıdan gelen her şeyi almaya çok yetenekli bu insanlar ilkel yapılarında, antik Yunan alışkanlığıyla batılıların barbarlık olarak adlandırdığı atalarından kalma yabaniliklerini muhafaza etmekle birlikte, bazı dönemlerde uygarlığın en incelikli düzeyine de yükselebilmişlerdir.
s.42
Türkler doğaüstü güce sahip olduklarına ya da tanrıyla ilişkili olduklarına inandıkları her şeye karşı doğuştan saygılıydılar ve bunlardan çekinirlerdi. Kiliselerin önde gelenleriyle çatışma içine girmekten kaçınmışlar, onlara iyi davranmış, onları ayrı tutmuş ve büyük bir beceriyle onlara hizmet eder gibi görünüp, onların kendilerine hizmet etmelerini sağlamışlardır. Devletlerinin teokratik olduğu söylenmektedir, ancak dine hizmet eden genelde devlet olmamıştır; dinden yararlanmışlardır, her zaman ustahkla dinsel duyguları kullanmasını bilmişlerdir.
s.44
Türk ancak nadiren ahlakçı olmuştur. Pragmatizmle hareket eden Türkler kendileri için yararlı gördükleri zaman her türlü yaşam tarzından vazgeçmeyi bilmişlerdir. Yerleşik yaşam Türkler için her zaman çekici olmuştur.
s.46
Kuzeyin Barbarları ve Diğer Türkler
Binlerce yıl boyunca, hatta yaşadığımız çağa gelene kadar dünya tarihi göçebeler ve yerleşik halklar arasındaki çekişmelerle şekillenmiştir. Bu belki de Yaradılış’tan bu yana yaşayan bir unsurdur; Adem’in iki oğlu Habil ile Kabil’in Tevrat’ta anlatılan hikâyesi de benzer bir gerilimi barındırır. Eğer göçebelerin yerleşik halkların karşısında her zaman üstün geldiğini ve Türklerin de en azından başlangıçta göçebeler arasında yer aldığını kabul ediyorsak, bunun Türkler için uzun ve şanlı serüvenlerinin kapısını açan bir anahtar olduğunu anlamamız gerekir.
s.50
... çünkü Türkçe olabilecek en eski sözcük olan Tengri ancak milattan önce III. yüzyılda karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda hem gökyüzünü hem de ulu Tanrıyı anlatan bu sözcük, Türk ve Moğol dillerinin ortak sözcüğüdür.
s.52
Eğer proto-Türklerin hepsinin brakisefal olduğunu kabul etseydik, yalnızca antropolojik özelliklere başvurarak yararlı sonuç alabilirdik. Oysa bu hipotez daha fazla kanıt gerektirmektedir, çünkü Çinlilerin MÖ 201 yılında Türkçe konuştukları bilinen en eski topluluk olduklarını kanıtladıkları Kırgızlar, antropolojik olarak Hint-Avrupa ya da paleo-Asyalı grubundandır.
s.53
Az çok güvenilir bir yerleşim bölgeleri saptamasında bulunabildiğimiz en eski Orta Asya insan coğrafyası tablosu, proto-Tunguzları en doğu uç noktaya, yani bugünkü Mançurya’ya, proto-Moğolları Doğu Moğolistan ile Batı Mançurya’ya yerleştirir. Proto-Türkleriyse Moğolistan’ın büyük bir bölümüne ve Balkaş Gölü yönünde biraz daha batıya doğru yayarak yerleştirmektedir. Bunun dışında kalan bütün bölgeler ile güneydeki ve batıdaki bozkırlar Hint-Avrupalıların ve paleo-Asyalılarm bölgeleridir ve bu bölgelerde herhangi bir Altay halkı yerleşimine henüz rastlanmamıştır. Sibirya’da zamanında Karasuk diye anılan (MÖ 1200-700) ve Yukarı Yenisey kıyısında bulunan Minusinsk bölgesinde yapılan kazılarda çıkan brakisefal kafataslarmda düzenli bir artış görülmüştür. Bu, büyük bir olasılıkla proto-Türklerin ya da diğer bir deyişle ön-Türklerin sonraki devirlerde buraya yerleşmelerinden kaynaklanmaktadır. Tagar çağındaysa (MÖ 700-300)
aynı durum Altay bölgesinde meydana gelmiştir. Ve nihayet 300 yılından sonra Güney Sibirya ile Altay Sıradağlarının güneyinde brakisefallerde artış meydana gelmiştir. Dolayısıyla Türklerin o güne kadar hep kuzeyde kalan atalannın miladın başlarında, önceleri yavaş yavaş, daha sonraysa birden kopup gelerek Balkaş Bozkırları ile TienŞan Dağlarının kuzey bölgelerine kadar ilerlediklerini söyleyebiliriz. Bu yeni gelenler, önlerine çıkan Hint-Avrupalıları ya bölgelerinden kovmuşlar ya onlara karışmışlar ya da onları etkileri altına alarak kendi kültür ve dilleri içinde eritmişlerdir. Büyük bir olasılıkla Kırgızlar da bu etkinin altında kalır ve böylece ilk defa (?) Hint-Avrupalı olan, en azından Mongoloyit olmayan bir halk Türklerin arasına katılır.
s.54
Bu boyun eğdinlemez biniciler atlarıyla adeta tek vücut halindedirler, seyredenler onların atın üstünde doğup bir daha da hiç inmediklerini zanneder. Atları için eyeri, üzengiyi ve koşumu icat etmişlerdir. En sivri çelikten ve son derece keskin olan oklarını, yine eşi benzeri olmayan yaylarıyla diğer herkesten uzağa ustalıkla atarlar, böyle bir donanım ve silahla hiç yenilmez olarak aşağı yukarı iki bin yıl kadar yaşamlarını sürdüreceklerdir.
s.55
Çok eski devirlerden beri (MÖ II-III binyıl) Çin’e saldıran Kuzey liarbarlarmın (Hular) içindeki proto-Türk varlığı, bizim için kesin olarak saptanabilir ilk göçebe konfederasyonu olan Hiong-nu’nun kuruluşundan önce net değildir.
s.55
Çinlilerin onlar hakkında yaptığı tanımlamalar sayesinde onları Hint-Avrupalı olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu adamlar kısa boylu, kalın gövdelidir, büyük ve yuvarlak bir başları ve geniş yüzleri vardır. Elmacık kemikleri çıkıktır, kalın kaşları, çekik gözleri ve dudaklarının üzerine düşen kalın bıyıkları vardır. Sivri sakallıdırlar ve başlarının tepesinden aşağı tek bir saç örgüsü iner.
s.56
Bu Türk imparatorluğu Hiong-nular’da tecessüm etmişti ve diğer boylar açısından da bu bir sorun teşkil etmiyordu, çünkü Hiong-nu-lar halkları kaynaştırmış, yeni bir göçebe kültürünün temelini atmış ve Altayhların tüm Yukarı Asya bölgesinde hâkimiyet kurmalarına büyük ölçüde katkıda bulunmuşlardı. Brakisefal toplulukların göçleriyle başlayan büyük dalgayı sürdürerek Hint-Avrupalılar üzerinde büyük bir baskı oluşturmuşlar ve onları batıya doğru çekilmek zorunda bırakmışlardır.
s.57
Türklerin Ortaya Çıkışı
Türk kelimesi “güçlü” ya da “güçlüler” anlamına gelmektedir ve hiç şüphesiz ki bu söylem, kavime veya boya ilişkin bir kimlikten değil, siyasi bir örgütlenmeden kaynaklanmaktadır.
s.92
Demirci, bu kelimenin üstünde durmaya değer. Türkler yalnızca hayvan yetiştiricisi değil, aynı zamanda nefis bozkır sanatı eserleri ortaya koyacak kadar usta maden işleyicileridirler. Bu sanattaki ustalıkları kendilerine büyülü bir güç vermektedir; demirci ile Şaman, çağdaş bir Yakut atasözünde de dile getirildiği gibi “aynı yuvadan” çıkmadır.
s.92
Doğuş Efsanesi: “Tu-Kiuler Hiong-nuların özel bir koludur. Aile adları A-se-na’ydı. Kendileri apayrı bir topluluk oluşturdular, ama daha sonra komşularından bir devlet onları yendi ve on yaşında bir oğlan çocuğu dışında ailenin tümünü yok etti. Askerlerin hiçbiri, çok küçük olması nedeniyle bu çocuğu öldürecek cesareti kendilerinde bulamadı. Ve sonunda ayaklarını keserek, çocuğu otlarla kaplı bir bataklığa attılar. Ancak orada dişi bir kurt çocuğu etle besledi. Böylece çocuk büyüdü. Dişi kurtla çiftleşti ve kurt gebe kaldı. Ailesini yok eden hükümdarsa hala yaşadığını öğrenince adamlarını onu öldürtmek üzere geri gönderdi. Çocuğun yanındaki kurdu gören adamlar onu da öldürmek istediler. Fakat dişi kurt Turfan ülkesinin kuzeyindeki bir dağa kaçtı. Bu dağda bir mağara vardı, mağaranın içinde dört bir yanında dik dorukların göğe yükseldiği sık otlarla kaplı dümdüz bir ova uzanıyordu. Buraya sığınan kurt, on oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Büyüyen bu oğlanlar dışarıdan kadınlarla evlendiler ve o kadınlar da anne oldular. Bunların çoluk çocuklarının her biri kendilerine bir aile adı seçtiler ve içlerinden biri kendisine A-se-na adını verdi.”
s.94
Tu-kiulerin, Çinlilerin “düzenbazlık” ve “fesathklarını” her hrsatta dile getiren Sogd danışmanları bulunuyordu. İmparatorluğu, Tu-kiulerin hiç durmadan dile getirdiği “inşa etmek” ve “örgütlemek” endişelerini gideren bu Sogdlann yönettiğine hiç şüphe yok. Onlara, İran ve Bizans’la kuracakları ilişkiler için gereken dünya kültürünü temin edenler de yine Sogdlardır.
s.96
590 yılında daha sonraları sık sık yaşanacak bir olay meydana gelir: Husrev’in ordusundaki bir Türk subay olan Behram Çubum başkaldırır, fakat yenilir.
s.99
Türükler bu durumun farkındadırlar ve rakiplerini gayet doğru biçimde, ancak boşu boşuna analiz ederler: “Çin halkı çok kurnaz olup nifak sokucu, ayartıcı ve rüşvetçidir... Bu halk büyük kardeşi küçük kardeşe düşüren dolaplar çevirir. Bey ile halkın arasım açmak için iftiralar atar... Eğer Çin halkına doğru gidersen ölürsün” diye yazmışlardır.
s.101
Böylece macera yeniden başlar. Neredeyse sadece altmış yıllık bir süre içerisinde (681-744) bütün kaygısı her zaman olduğu gibi (devleti) “inşa etmek” ve (halkı) “düzenlemek” olan gerçek bir imparatorluk, müthiş bir güç ve belki de daha fazlası, doğar, gelişir ve yok olur.
s.104
Attila’nın ölümünden sonra, her zaman olduğu gibi, bu bölgedeki baş rolü üç federe ana grup ya da boylardan oluşan belirsiz üç topluluk üstlenmiştir: Bulgarlar, Hazarlar ve Macarlar. Bunlardan ilk ikisi Türkçe dil grubundandırlar. Ûçüncüsü olan Macarlarsa Fin-Uygur dili konuşan, fakat Türklerin egemenliği altında bulunan bir gruptur.
s.107
Macarlar, aslında Kabar adındaki bir Türk boyunun yönetimindeki Fin-Uygurlardır.
s.110
İlkçağ ve Ortçağ Başında Türk Uygarlığı
Bu dönemde Türkler de yalnızca İslama tabi olmakla kalmıyor, kendilerini büyüleyen her şeyden etkileniyor ve hayatlarının bir parçası haline getirmeye çalışıyorlardı. Büyük uygarlıkların düzeyine gerçek anlamda çıkmalarından hemen önceki dönemlerinin üzerlerine daha dikkatle eğilmenin şimdi tam sırası.
Türkler bir orman halkı olarak orada bıraktıkları mirası bugün için de tam olarak bilemediğimiz Sibirya’dan çıktıktan sonra bozkır insanları, daha doğru bir deyişle yeni yurtları belledikleri Moğolistan bozkırının insanları oldular. Böylesine farklı bir coğrafi ortamda yaşamak karşılarına bazı uyum sorunları çıkardı; ama muhafaza edebileceklerini muhafaza ederek (bunu orman avcıları ile göçebe çobanlar arasındaki pek çok benzerlik ve özellikle de inanç benzerlikleri göstermektedir) vazgeçebileceklerinden kimi zaman istemeyerek kimi zaman da doğal bir kurnazlıkla vazgeçerek, bu sorunların üstesinden gelmeyi başardılar.
s.117
Aslında Türükler kendilerini “güçlüler” olarak adlandırmakta haklıydılar. Ûlke acımasızdı, koşulları çetindi ve ancak yasalarına uyanlar sag kalabilirdi. Çünkü bu bölge ortalama yükseltisi 1200 ila 1400 metre arasında değişen bir yayladır: büyük çöküntüler ve yüksekliklerden oluşan bu arazide Altay’ın yüksekliği 4600 metreden fazla, Otüken’in bulunduğu Hangay Dağlarınınki 4000 metre, Tannu Ola Sıradaglarınıkiyse 3000 metreye yakındır. Çok az yağış almaktadır: Cungarya’da, Gobi Çölünde yağışlar yılda 100 milimetreden azdır ve yüksek yerler dışında hiçbir yerde yılda 200 milimetreyi geçmez. Kışın soğuk şiddetlidir, sıcaklık -50 “C’ye kadar düşer ve akarsular ve göller donar, her şey ince bir kar tabakası altında kaybolur. Yazın hava birden aşırı ısınabilir; ama kötü geçen bazı yıllarda güneş toprağı yeterince ısıtamaz ve fırtınalar durmaz. Sık ladin, çam, köknar ormanlarıyla kaplı yükseltilerin eteklerinde çayırlar vardır. Çukur yerlerdeyse ağaçlıklı otlaklara rastlanır ve zayıf çalılıklardan sonra bölge yavaş yavaş çöl görüntüsü sergiler.
s.118
Yerleşik ülkelerin hiçbirinin büyük sürüleri beslemeye yetecek kadar otlağı yoktu, işte bu nedenle Türkler buralara yerleşmektense yağmalamayı tercih edeceklerdir; aslında er ya da geç oradaki insanlar tarafından asimile edileceklerini ya da onları sert yaşam koşullarından uzaklaştıran uygarlıktan çok, oraları ele geçirmelerini sağlayan yıkım gücünün, yani atlı gücün çökmesi nedeniyle atılacaklarını bileceklerdir.
s.121
Tıpkı simgeleri olarak gördükleri kurt gibi gerçek göçebe barbarlar da çoğu zaman uygarlığın sadece sınırında dolaşmak, bundan yararlanmak, beslenmek, ama o sınırı aşarak uygarlığın içine dahil olmamak zorundaydı.
s.124
Ammianus Marcellinus, “Bodur olmaları ... son derece büyük el ve kolları, ölçüsüz derecede iri kafaları” nedeniyle onlar hakkında böyle düşünür. Sidonius Apollinaris’e göre ise korku salma nedenleri, “biçimsiz ve basık” burunları, “iyice oyuk göz çukurlarına gömülmüş, en uzak mesafelere ulaşan keskin bakışlı gözlen”dır. Matthieu de Paris Moğollar hakkında, “İnsan olmalarına karşın daha çok hayvana benziyorlar, bunlara insandan çok canavar demeli” demiştir. Oysa aynı Türk-Moğollar uzun saç örgüleri, çıkık elmacık kemikleri ve çekik, badem gözleriyle Müslüman estetik anlayışı tarafından insan güzelliğinin en yüksek derecesinde olarak kabul edilmekteydiler.
s.128
Kişilikleri de yaygın olan olumsuz yargılarla- en az gorunusleri kadar dikkat çekicidir. Yürekli ve sert, yırtıcı, kötü niyetli, kıyıcı, pis ve iğrençtirler. Kendilerini eşkıyalığa vermişlerdir; yırtıcılıkta, kıyıcılıkta, barbarlıkta hakiki ya da hayali tüm mahlukatı geride bırakırlar.” “Zaten hayvan gibi yaşamakta, yediklerini ne pişirmekte ne de içine çeşni veren bir şey katmaktadırlar.” “Onlara çölde dolaşan korkunç, iğrenç ruhlar yaşam verdi, insan görünümü içinde yaşıyorlar, ama yırtıcı hayvanların acımasızlığı içinde yaşıyorlar."
s.129
Akınlarının şiddeti, katliamları, korku ve dehşet yaratmak amacıyla kendi haklarında yaydıkları korkunç hikâyeler ve özellikle davranışları geriye kalan resmi tamamlamaya yeter. Paniğin bulaşıcı olduğunu, korku ve dehşetin herkesi elden ayaktan düşürdüğünü, felç ettiğini biliyorlardı. Canavar olarak görülmekten rahatsız olmak bir yana, bunu adeta doğruluyorlardı. Örneğin saldırırken korkunç çığlıklar atıyorlar, Ur Ah!, yani “Haydi Vur!” diye bağırıyorlardı. Daha sonra Batıda bu çağrı biçimi “Hurra!” ünlemine dönüşmüştür.
Kendileriyle ilgili en korkunç, en dehşetli hikâyeleri uyduruyor ve kulaktan kulağa yayılmalarım sağlıyorlardı, örneğin yamyamlıkları hakkındaki her şeyi abartıyor, her tarafa gönderdikleri casuslar bunları bire on katarak anlatıyordu. Acımasızca ve ruhsuzca öldürürlerdi. Öldürmenin inceliklikleriyle ilgilenmezlerdi; işkenceyi ise bilmezlerdi, zira işkence barbarların değil, uygarlaşmış halkların harcıdır. Bu, duyarlılık yokluğunun mu, yoksa hayal gücü eksikliğinin mi sonucudur bilmiyoruz? Maruz kaldıkları kadiamlar onlara korku vermiyordu. Ölmektense öldürmenin yeğ olduğuna ve yaşamlarının başkalarının yok olmasına bağlı olduğuna inanırlardı. Doğayla iç içe yaşadıkları için doğanın yasalarını biliyorlardı; yaşamın ölümden doğduğunu varoluşun sürüp gitmesininse birilerinin yenilip bırilerinin yenmesine bağlı olduğunu öğrenmişlerdi. Ölüm bir “zorunluluk”tur diyorlardı.
s.130
Bunlar başıbozuk ve öfkeli bir grup vahşi değil, düzenli ve iyi yönetilen bir orduydular. Önderleri tartışılmaz bir otoriteye sahipti. Ancak çok gerekli olduğunda kendilerini gösterirlerdi; çünkü ölümlerinin orduyu dağıtacağım bilir, harekâtı dışarıdan bütün yönleriyle takip etmek isterlerdi.
s.131
Bu, sürekli hareket halinde, hep ayakta olan bir ulustu. Mümkün olduğunda elde ne varsa o yenirdi, eger hiçbir şey yoksa bir, hatta iki gün boyunca hiçbir şey yenmediği de olurdu. Dönemlerindeki tüm gözlemciler bu toplulukların azla yetinme özelliklerine hayran kalmışlardır. Erkekler en sert şartlarda yetiştirirlerdi, daha küçücük bir çocukken soğuğa, açlığa, yorgunluğa dayanmayı öğrenirlerdi. Sadece en güçlüler hayatta kalabilirdi.
s.132
Bazı gece ve gündüz eğlencelerinin dışındaki bütün dinlendirici, eğlendirici ya da hoşça vakit geçirmeye yönelik etkinlikler şiddet içeriyordu. İçki içilir, avlanılır ve aşk yapılırdı.
s.139
Spor adı verilebilecek etkinliklere meyilli olmaları, Çin kaynaklarına göre “cins-i latif” tarafından oynanan ayak topu oyunlarına, at yarışlarına, güreş, ok atma, cirit, hayvanların birbirleriyle veya insanların deve, koç ve boğa gibi hayvanlarla yaptığı dövüşlere itibar kazandırmıştır. Bazı kaya kazıma resimlerin(gravürlerinde), bugünün Türkiye’sinde hala yapılan deve güreşlerinin ne kadar eski bir tarihi olduğu görülmektedir.
s.140
Dolayısıyla Türk kültürüne özgü gibi görünen öğelerin kısmen yakın veya uzak, göçebe veya yerleşik çeşitli halklardan alındığı kabul edilebilir. Şayet bunun bir anlamı varsa kolayca tüm bu öğelerin birleşiminin Türk kültürünü oluşturduğu da söylenebilir. Ama her şeyi kendisi yaratmış özgün bir uygarlık var mıdır ki?
s.144
Türüklerle ilgili en eski tarihsel belge, 1956’da Moğolislan’da, Selenga Nehrinin sag kollarından birinin kıyısında bulunan Bugut Yazıtıdır. Tarihi belli olmayan bu yazıtın yaklaşık olarak 581 yılından kalma olduğu sanılmaktadır.
s.146
Türk dilindeki yazıtlar daha geç döneme ait olup Kapağan Kagan’ın ulusal devrimiyle ilgilidir. Bunların en eskisinin 715 (?) yılına doğru Tonyukuk tarafından diktirilmiş Bain Tsokto Yazıtı olduğu sanılmaktadır. Bu yazıt, 732 ve 735 tarihli ve adları genel olarak Orhon ya da Koço-Çaydam Yazıtlarında geçen imparator Bilge Kağan ile Kültigin kardeşlerin yazıtlarını önceler.
s.146
Gömüldükten kırk gün sonra ve yıl sonunda ölü için hemen hemen aynı tarzda bir tören daha yapılırdı.
s.149
Ahlak anlayışı pek belirgin değildi ve çoğu zaman da “genel ahlak”adını verdiğimiz bin ortak kanı olmaktan uzaktı. Bir tabuya karşı gelmek ya da ayinlerin muhafaza etmeye çalıştığı düzeni bozabilecek bir şey yapmak yasaktı. Suya, ateşe saygılı davranmak, onları kirletmemek, doğadan verebileceğinden çok istememek, çevreyi yok etmemek, türleri tüketmemek, kazara bile olsa sahip-efendilerine karşı saygısız davranmamak gerekliydi. Birinci ödev, evrenin güvencesi kağana itaat etmek, ona sadakatle hizmet etmekti. Düşmana boyun egmek kollektif bir suçtu ve kolektif bir ceza gerektiriyordu. Suçlar ancak ait olunan toplumun içinde işlenmişlerse suç sayılır ve cezalandırılırdı. İnsan öldürme, hırsızlık, zina, ırza geçme, düşmana ait olan yerde suç sayılmazdı. Verilen sözden dönülmezdi ve andını tutmamak en büyük kötülüktü: sözünün eri olmak, her zaman Türk toplumlarının için değişmez bir kuralı olarak karşımıza çıkacaktır.
s.150
Uygurlar
Çünkü her iki güç dinamizmde birbiriyle eşittiler, ancak aynı doğaya sahıp değillerdi. Biri daha ruhani ve kültürel bir hareketken, öteki özünde askeri bir hareketti. Bu nedenle İslamiyet Türklere bu kuvvetli çarpışmanın sonucunda bir din ve uygarlık verirken, Türkler de bu dine ordulannı vermişlerdi.
s.157
Dolayısıyla Kırgızların fethettikleri bu topraklarda neler yaptıkları konusunda, bu toprakları barbarlık dönemine doğru gerilettikleri dışında bir bilgi yoktur. Ayrıca bu topraklarda tutunmayı başaramayarak 924 yılında proto-Moğol Kitanlar (ya da Kitaylar) tarahndan buralardan kovuldular. Ve çıktıları vadiye sessizce geri döndüler; burada çağımız dünyasının ilk yıllarına dek karanlık bir yaşam sürdüler. Türklerin eski kutsal ülkesi bu tarihten sonra artık Moğolların olacak ve bir daha asla Türklere ait olmayacaktır.
s.167
Moğollaşma o zamana kadar en çok Mançurya’ya, hatta Moğolistanın doğu uç bölgelerine çekilen ve başlıca kuvveti, öncü olarak çine henüz yerleşmiş bulunan proto-Moğol halkların sürekli ilerlemeleri biçiminde cereyan etti. Moğol boylan belki zayıf düşmüş Türk boylarını da kovarak yavaş yavaş X. yüzyılın başı ile XII. yüzyılın başı arasında onların adını taşıyacak topraklara yerleştiler. Ancak bunun tam olarak nasıl ve ne zaman gerçekleştiğini söylemek güçtür.
Bununla birlikte Cengiz Han’ın olağanüstü serüveni başladığı sırada Moğollaşma sona ermekten uzaktı ve büyük fatih en çok da dili Türkçe olanlarla uğraşmak zorunda kaldı. Bunlar daha önce belirttiğimiz gibi aşağı Kerülen’e takılıp kalan Türkleşme yolundaki Moğollar mı yoksa Moğollaşma yolundaki Türkler mi olduklarını belirlemenin güç olduğu Tatarlardı. Tarihin ilk yıllarından beri Türk imparatorluklarında rol oynamış, özellikle Türükler için korkunç hasımlar olmuşlardı.
s.169
(Şa-t'olar) Onlar da Kırgızlar gibi Kitanlara direnemediler. Böylece Çin’deki son Türk hükümdarlığı X. yüzyılın ortasında son bulmuş oldu.
s.171
O zamana kadar tüm büyük Türk halkları adlarını ilk olarak sadece askeri başarılarla duyurmuşken, Uygurlar seslerini silahla duyurmayı reddediyorlardı! Böylece Doğu Türkistan’da sadece dua sesleriyle, (öküz böğürmeleriyle ya da satıcı sesleriyle kesilen büyük bir sesizlik hüküm sürüyordu. “Yeni yetişmekte olan kusurlu ve acemi kâtipler," “küçük din adamları,” Türkleri övmek, yüceltmek amacıyla nöbeti güçlü savaşçılardan devralmışlardı: gururun yerini alçakgönüllülük, fetihçihğin yerini idare; etle beslenmenin yerini sebzeyle beslenme ve büyük göçlerin yerini şaşırtıcı bir duraganlık almıştı.
s.171
Sonuç olarak Uygurlar şaşılacak bir toplumdular! Kuşkusuz kentlerde her halkın, her dinsel inancın, uygar zaman gezginlerinin anlattıkları gibi, belki de iç duvarların ayırdığı ayrı özel semtleri, mahalleleri vardı. Ama yine de, bir büyükşehir(megalopolis) olmayan bir kentin içinde, en az üç büyük dine, Manizim, Budizm, Hıristiyanlık ve canlıcılık düşüncesinin benimseyen(animist) bir tapım olan Türklerin en eski ulusal dinine bağlı insanlar yan yana yaşıyorlardı. Sokaklardan veya meydanlardan, serbestçe vaaz ederek, malını satmak amacıyla pazarlık yaparak, Yahudiler, Müslümanlar, Zerdüştler geçiyorlardı. Kaçınılmaz olarak kuşkuculuk ve bağıntıcılık(rölativizm) tohumlarını taşıyan hoşgörü ve ekümenikliğin aşırı tutuculuğa yeğlenen ülküler olması karşısında hayran kalınması gerekir. Çünkü bildiğimiz kadarıyla tarihte, Uygurlarınkiyle karşılaştırılabilecek bir tek örnek yoktur ve bir örneğe ancak başka Türk toplumlarında veya onlara benzeyen, onlarla yakınlığı olan Moğol toplumlarında rastlanabilir.
s.179
İslamiyetin Kabulü
Dolayısıyla burada Türkler karşımıza “köle” olarak çıkıyorlar. Satın alınırlardı, sahipleri vardı ve azat edilebilirlerdi, Başlıca pazarları Semerkand’dı, ama daha uzakta doğuda ve kuzeyde başka pazarları da vardı. “En yakışıklıları ve en güzelleri, tümünün en iyileri” olan Türk köleler Horasan’dan Bağdat’a her yerde en çok arananlardı.
s.182
Oysa en başta Cahiz olmak üzere Müslüman yazarlar Türklerin cesaret ve sadeliğinin yanı sıra doğdukları ülkeye bağlılıklarını da överler. Von Grünebaum’un dediği gibi “Şiddetleri heyecan veriyordu”; “ama ondan da çok heyecan veren şey, özümlemeye(asimilasyona) karşı dirençliydiler; doğdukları ülkeye bağlılıklar basit bir sıla özlemi olarak görülemez; aksine son derece ürkütücü sonuçlar içerir. Çünkü Türkler için, İslamiyet’in kalbine yerleşmiş olsalar da topluluğun birbirine bağlılığı Müslüman cemaate ilişkinliğinden önce geliyordu”
s.186
Gazneli Mahmud: Gazneliler hanedanlığının en büyük hükümdarı, Müslümanlığın da en seçkin temsilerinden biri olan Gazneli Mahmud(999-1030) hatırı sayılır derecede büyük bir devleti miras olarak devralmıştı. Kişiliği üzerinde onun kadar tartışılmış şahsiyet çok azdır. Onun hem bir kahraman hem de bir canavar olduğu düşünülürdü. Oysa o çelişkilerle dolu bir kişikti. Bilim ve sanatın bir koruyucusu olduğu için seçkin aydınlar etrafında toplanmıştı. Fakat öte yandan bir gün bir öfke anında el-Biruni’yi tuttuğu gibi pencereden attığı, bunun üzerine davetlisi olan İbn Sina’nın da böyle bir tiranın sarayında yaşamaktansa çöllerde yaşamayı tercih ettiği söylentisi vardır. Gazneli Mahmud gelenek ve göreneklere çok önem verirdi. Kolluk kuvvetleri her türlü uygunsuz davranışı önlemek konusunda pür dikkattiler. Oysa kendisi ölesiye içip sarhoş olur, sonra da gözdeleriyle oynaşırdı. İyi bir espri anlayışı vardı ama yapılan nüktelere yalnızca kendisi için bir hakaret, bir küçültücü durum yaratmadığından emin olduğunda gülerdi.
s.198
Çünkü geleneklerine bağh Türk Memlukları olan Gazneliler derin biçimde İranlılaşmışlar ve kendilerini İranizmin savunucuları olarak ortaya koyuyorlardı.
s.199
Dolayısıyla Türkleştirmenin kültürü gözle görülür bir şekilde gerilettiğini ve Alman şarkiyatçı Nödelke’nin de zamanında dediği gibi"(Türkleştirmenin) son derece önemli , tarihsel bir dünya felaketi” olduğunu söylemek yanlıştır. Kültür alanında en ufak bir kesinti söz konusu değildir.
s.201
Selçuklu Dünyası
Bilinen acı sona karşın Haçlı Seferleri yine de tartışmasız bir başarıydı; çünkü batı yönündeki Türk baskısını durdurdu. Bu baskı, bu ilerleyiş yeniden başladığı zaman ise artık çok geçti. Çünkü o sırada Avrupa ortaçağdan çıkmıştı ve gerek ekonomik, gerek teknik üstünlüğünü sağlayacağı dönemin arifesinde olduğu için, artık bu baskıya direnecek, hatta ona üstün gelmesini sağlayacak olanaklara sahipti.
s.221
Müslüman Dünyada Türkler
Türklere göre “imparatorluğun temeli olan” toprak Ötüken, yani Moğolistan’ın kuzeyi, yaklaşık 1000 yılına kadar, küçük aralıklar dışında her zaman Türklerin olmuştu: Hiong-nulardan sonra Tu-kiuler, Uygurlar, Kırgızlar ve Juan-juanlar da burasım merkezleri bilmişlerdi.
s.237
Aradan yüzyıl geçtikten sonra, her şey değişti ve XII ve XIII. yüzyılda bu değişim daha da belirginleşti. Türk boylan Moğolistan’da üstünlüğü sağlama amacıyla Moğol boylarına karşı verdikleri mücadelerde yetersiz kalıyorlardı: Çin yolu Türk boylarına kapanmış, Moğol boylarına açılmıştı. Bu Türk boylarından bazıları kuzeye, Sibirya yönüne sürüldüler. Bu boylardan biri de Rusların, Tunguzlann verdikleri adı benimseyerek Yakut dedikleri boyun ataları olan ve o sıralar Baykal Gölü Türk halklarının kuzeyinde olması gereken boydu. Bazıları batıya doğru, Altaylar ile Urallar arasına sürülüp, burada çöküşe geçen, ancak hâlâ varlığını sürdüren Uygur uygarlığının dışında kalarak göçebe ve pagan kültürleriyle yaşamaya devam ettiler. Karadeniz’in kuzeyi, Hazarlar ve Peçeneklerin yerini alan Kıpçaklarla Türk ülkesi olmayı sürdürdü. Bulgarlar ve Karahanlılar Muhammed’in öğretilerini benimsediler. Gazneliler Islamı Hindistan’a götürdüler. Böylece bunların her biri geniş topraklan Islamiyetin siyasal ve kültürel nüfuz alanına katmış oldu. Ortadoğu’da, Afganistan’dan başlayarak Rum ülkesine, Mâverâünnehir’den geçerek, Harezm, İran, Irak ve Suriye’ye dek iktidar her yerde Türklere aitti. Memluklar özellikle Mısır’da 980 yılından beri, gitgide büyüyen bir rol oynamaya başlamışlardı.
Birçok il tümüyle Türkleşme yolundaydı ve bunlar da gelecekteki istilaların kaynaklarını teşkil edeceklerdi. Türklerin geleceğinin artık aynı ufuklara sahip olamayacağı ve bakış açılarının esas olarak Islami olduğu açıktı.
Tarihçiler XI-XIII. yüzyıllar arasındaki Müslüman Asya’sını, Oğuz boylarının göç etmelerinden sonraki birliği daha iyi ortaya koyabilmek amacıyla “Selçuklu Doğu ” olarak adlandırmışlardır. Selçukluların, Oğuz boylarının yegâne temsilcileri olduğunu da eklemek gerek. Çok belirgin bazı farkları karanlıkta bırakan bu tanım, tepeden tırnağa homojen Türk toplulukları olan Karahanlılar ve Bulgarlar (zaten Bulgarların burada pek fazla bir önemi yoktur) için geçerli olamaz. Buna karşılık aynı tanım bir Türk azınlığın, Türk olmayan Arap, Farsî, Hindû ya da Yunanlı çoğunluğa egemen olduğu, aynı çevreden gelen, aynı zihniyete sahip göçebe toplulukların Islamiyetle çatışması sorununun ortaya çıktığı ve hepsinde benzer durumların baş gösterdiği öteki tüm devletler için son derece uygundur.
s.237
Hindistan’a sadece askerler gelerek kısa sürede Iranlılaşan ve daha sonra da Hintlileşen bir aristokrasi oluşturdular. Arap Ortadoğu’su da askerlerin avı oldu; ancak iklim koşulları, göçmen gruplarının bulalara sürüleriyle yerleşmelerine izin vermedi. Askerler iktidarın tümünü muhafaza edemediler ve iktidar yerleşik büyük ailelerin elinde kaldı: Kürt Salâhaddin’in yaşamı bu açıdan açıklayıcı niteliktedir.
s.239
Türk boyları daha çok Anadolu’ya yığılmışlardı. Çünkü Anadolu’nun toprağı ve iklimi alışabilecekleri özellikler sergiliyordu.
s.240
İran’da, Oğuzların tarımın yok olmasına katkıda bulunmuşlardır. Aynı zamanda yağmacılıklarıyla uzun süredir yerleşik olan Iranlılar ile Zagros bölgesindeki büyük Bahtiyari boyunu göçebeliğe döndürdüler. Kendere yerleşen Oğuzlar ise buralardaki iç gerginliği artırdılar ve bu kentlerden birçoğunun yıkılmasına sebep oldular.
s.242
Yüksek plato gerçekten Rum Selçukluların ülkesinin merkeziydi. Burada bazı topluluklar tutuculuklarına karşın çok erken bir tarihte toprağa bağlandılar ya da tam göçebelikten yarı göçebeliğe geçtiler. Bunlar, yerli halkla karışarak sonunda yeryüzünün en sağlam köylü ırklarından birisinş oluşturdular.
s.242
Kadının toplumdaki konumu bir felsefeden, bu ırkın sahip olduğu özelliklerden kaynaklanıyordu. Ya da Şamanizmin, cinsler arasındaki eşitliğe, hatta farklı cinslerin olmadığına dair vurgusu uzun süredir biliniyordu.
s.249
“Bir gün bir konuşma sırasında, ev sahibinin karısının, eteğini kaldırarak cinsel organını kaşıdığını gördüm.” Bu onu büyük bir şaşkınlığa düşürür. Ev sahibi Bulgarsa gülmeye başlar ve tercümana şöyle der: “Karım herkesin önünde cinsel organını açıyorsa bu, cinsel organının erişilmez olduğunu gösterir. Ve bu, cinsel organını saklayarak ona erişilmesine izin vermesinden iyidir”
s.250
Kadınların Konumu: Kitab-ı Dede Korkut’ta “Övünmek avratlara bühtandır! Övünmekle avrat er olmaz!” denilir; ancak “kadın iyi düşünür, iyi konuşur” ve “onu dinleyen” kocasına iyi öğütler verirdi her zaman.
s.251
Büyük Selçukluların İranlı baş veziri Nizamülmülk’ün “İnsanlar inançsız yaşayabilirler, ama adaletsiz yaşayamazlar.”
s.253
Toprak mülkiyeti yapısı Selçuklu ülkesinde Bizans’takinden ve Müslüman ülkelerinkinden farklıydı. Müslüman ülkeler ve Bizans’ta toprakta devlet mülkiyeti ile özel mülkiyet ayrımı vardı. Bozkırlarda hayvan yetiştiricisi olarak yaşayan Türkler, toprağın bir kişinin özel mülkü olmasını anlamakta güçlük çektiler. Toprağı bölünmez sayıyorlardı, onlara göre toprağın sahibi ancak devlet ya da hükümdar olabilirdi.
s.255
Getirdikleri taze kana, yaratıcı atılımlara karşın, elde ettikleri ve verdikleri özgürlükler ve kişilikleri yine de İslam’ın yönünü değiştirmeye yetmeyecektir. En sonunda, yani üstün yetenekleri ve dehaları zayıfladığında, İslamiyet’in önünde boyun eğenler onlar olacaktır.
s.266
Moğol Eğemenliğinde Türkler
Çünkü Moğol vakası, herkesten çok Türkleri ilgilendirir. Bu konuda yanılmıyoruz: eğer Türk olgusunun altım çiziyorsak bunun nedeni Moğol olgusunu yadsımak değildir. Her ne kadar bu macerada büyük bir rol oynasalar da Türkler sahnenin en önünde yer almamışlardır, sahne Moğolların ve hükümdarlarınındır: Cengiz Han, oğulları Cuci, Çağatay, Ogedey, Tuluy ve halefleri Güyük, Möngke, Hulagu, Kubilay. Aslında bu Moğollar belki de onlar olmasaydı asla oynanmayacak olan bir oyunun yönetmenleri değil başrol oyuncularıdır sadece.
s.268
Kurban mıydılar? Türklerin XI ve XII. yüzyılda inşa ettikleri hemen hemen her şey Moğolların darbeleri altında yıkıldı. Harezm devleti, Rum Selçukluları, Kıpçaklar birer birer Moğollara yenik düştüler ve boyunduruk altına alındılar. Moğollara, o da ancak artık güçleri tükenmek üzereyken, Mısır Memlukları karşı durabilmeyi başarmıştır.
s.268
Kitleler halindeydiler: Yukarı Asya’nın büyük göçebe toplulukları, Uygurlar, Karahitaylar ve kuşkusuz Iran Türkmenleri ve Afganistan Türkmenleri ve nihayet Bulgarlar her yerde, özellikle de Batı Asya ve Doğu Avrupa’nın savaş alanlarında her zaman Moğollardan sayıca çoktular.
s.269
Uygur uygarlığı tarafından eğitilen ve devletlerinin pek çok ilinde azınlıkta kalan Moğollar sonunda Türkleşmişlerdir. Türkçe konuşmak Moğolcayı da canlandırmıştır ve Moğol potasından geçmesi nedeniyle de zayıf Türk devletinin ardından daha güçlü Türk devletleri doğmuştur.
s.270
Ancak bir süre sonra bozkır kokusu dağılacak ve yok olacaktır. Bugün bu koku ancak Anadolu yaylasında, son göçebelerin çevrelerinde, yüzyıllar süren uzun yolculuğun yorgunu olarak köy kahvelerinde içilen çayda duyulabilmektedir.
s.271
Artık Cengiz Han’ın kuvvetlerinin çekirdeğini oluşturan ve ikna edilmesi hiç de kolay olmayan çeşitli Moğol topluluklarının yanı sıra Türkçe konuşan bazı büyük halklar Naymanlar, Kereyitler, Öngütler, Karluklar, Kırgızlar, Uygurlar, Tatarlar da birliğin içindeydi. Bununla beraber bu halkların nüfuslarının eşit olduğunu ve bir Moğol’a karşın yedi Türk bulunduğunu da göz önünde bulunduralım. Tatar adının önce tüm bir araya gelmiş göçmen toplulukları, daha sonra da Doğu Avrupa, Orta Asya ve Sibirya bozkır yerlileri için kullanılmaya başlaması Moğolları öfkelendirse de bu durum bir rastlantıdan ziyade rollerinin öneminden ileri gelmektedir..
s.273
Cengiz Han ve adamları ne insan öldürmekten zevk alan kişiler ne de sadist insanlardı. Sadece bir sistemi uç sonuçlarına kadar uygulayan çok iyi örgütlenmiş barbarlardı. Savaşıyorlardı, çünkü ya ölen ya öldüren olmak onların doğal durumuydu. Göçebe hayvancılıktan başka hir yaşam tarzı düşûnemiyorlardı. Toprağın sürüleri besleyebildiği ölçüde değeri vardı. Verginin onlara yağmadan çok gelir sağlayabileceğini henüz bilmiyorlardı ve ancak birkaç yıl sonra öğreneceklerdi. Kent nedir bilmiyorlardı. Kentleri ele geçirebilecek kadar bilgili değillerdi. Onları iyi tanıdıkları için direnmeyi başarabilen Çin kentlileri karşısında güçsüz kalıyorlardı.
s.277
Özel olarak hiçbir kötü niyet beslemeksizin en başta kendi çıkarlarını gözetiyorlardı. Gerektiğinde bağışlayıcı olabiliyorlardı. Genellikle kendilerine faydalı olabilecek zanaatkarlara hoşgörülü davranıyor, onların canını bağışlıyor ve Moğolistan’a götürüyorlardı. Kendileri için dua etmeleri koşuluyla din adamlarına da aynı biçimde davranıyorlardı. Kızlara davranışları da aynıydı: çünkü -bunu itiraf ediyorlardı- onlar için güzel bir kadını sarmaktan büyük mutluluk yoktu.
s.277
Bu vezir Tebriz’i yapılarla donatmış katıksız bir Moğol olarak tanınacaktır. Göçebeler büyük bir yerleşik uygarlıkla karşı karşıya gelince her zaman olduğu gibi ulusal benliklerini yitirdiler.
s.300
Timur Depremi
Canavarın biri miydi? Canavarlığını ortaya koyan şehirlerin kapılarında oluşturduğu kellelerden kuleler değildir; eski Türk gelenekleri arasında yer almayan, kökenini bilemediğimiz, 1340’h yıllarda Horasan’da ortaya çıktığını sandığımız bu vahşet duygusu ne yazık ki daha sonraki dönemlerde başka hükümdarlarda da kendini göstermiştir. Bu hükümdarlar arasında övgüye değer hükümdarlar bile vardır. Bunlardan biri de Osmanlıların anısına önünde saygıyla eğildiğimiz Yugoslavya Niş hükümdarıdır, Timur’un canavarlığını ortaya koyan asıl, adları belleklerimizden silinmeyen, ölümsüz görünen, zengin ve berekedı topraklardan çöllere dönüşen şehirler, arük ne su kanalı ne su kuyusu kalan ve sadece binlerce -milyonlarca?- ölüyle adından söz ettiren Seistan’dır örneğin. Aynı insanda acımasız, disiplinli, düzenli bir savaşçı ile eserinden onur duyan bir kültür adamını birleştiren bu çelişkiye ne demeli?
s.310
(Anadolu Türkmenleri) Bu Türkmenler bugün bile tam olarak açıklayamadığımız nedenlerle, Akkoyunlu ve Karakoyunlularm tersine kısa sürede topraklara yerleşmiş ve yerleştikleri bölgelere uyum sağlama ve uygarlaşma onusunda doğal yeteneklere sahip olduklarını ortaya koymuşlardı.
s.321
Düşüşler ve Yükselişler
İşin en garip yanı bu değişime karşın Türklerin bazı karakter özelliklerinin varhğını sürdürmesiydi. Türklerde belirli bir etkinlik, temsil ve davranış sürekliliği vardı. Burada en önemli nokta Türklerin kurduğu imparatorlukların yapısıydı. Bu imparatorluklarda Türk1er her zaman azınlıkta ve hoşgörülüydü. Öyle ki genel olarak kendilerinden olmayanları ne Müslümanlaştırmaya ne de Türkleştirmeye çalışırlardı. Bu devletlerde ancak bir avuç Türk yönetici olurdu, işgal ettikleri yerlerde de yöneticiler birkaç yıl içinde Türkleşen ya da İslamiyete geçen Türk olmayan yerli unsurlardı; bunlar Türk gibi düşünür ve Türkçe konuşurlardı. Bu dönemde başarılar ardı ardına geldi. Bilginler, bilimsel araştırmaları yakından takip etmekteydiler, teknikleri Avrupa’da kullanılan tekniklerin üstündeydi; mali durum çok iyiydi; en modern silahlar kullanılıyor, en sağlam donanmalar yapılıyor, şehirler dünyanın en önemli ve en güzel yapılarıyla donanıyordu.
s.334
Genel olarak Asya’nın ve özelikle de Müslüman dünyanın çöküşünden sık sık söz edilmiştir. Bu çöküş özellikle Batı dünyasının Amerika’yı keşfetmesini ve Avrupa’nın o güne kadar sahip olmadığı bir hareket serbestliği kazanmasını sağlayan deniz keşiflerinin ve Avrupa’daki sanayi devriminin sonucu olmuştur.
s.335
... Osmanlı İmparatorluğuydu. Ama o da bu keşiflere katılmamış, katılmak istiyormuş gibi davranmakla yetinmiştir: sanki mantığı modem dünyaya girmesi gerektiğini söylüyormuş da ruhu bunu kabul etmiyormuş gibi. Ama güç de zenginlik gibi her an her yere ulaşamayabiliyordu. Para parayı, güç gücü çeker. Yetenekler ve mallar eşit bir biçimde dağıtılmaz. Slavlardan Portekizlilere ve Ingilizlere kadar Hıristiyan toplumlarda da daima güç gücün olduğu yere gelecektir.
s.335
Gazneliler, Selçuklular gibi Timurlu Türkler de İran'a zarar verdikten sonra İran uygarlığına ve kültürüne sarılmış ve ona hizmet etmişlerdir.
s.341
Hristiyan dünyayı bir heyecan dalgası sardı. Ne haçlı seferleri ne de Osmanlıların çöküşe geçtiği günlerdeki Yunan ve Ermeni katliamları bu kadar etkili olmuştu; Avrupalıların gözünde Türk imgesini tamamen bozan, tüm erdemleri slip sadece kötülükleri bırakan şey Konstantinopolis’in alınışıdır.
s.350
Osmanh Devleti mutlak, merkezi ve despotik bir monarşi görünümü sunarken, merkezkaç eğilimli birimler ve bir tür demokratik ve liberal idealle birlikte aşırı hoşgörü temeli üzerinde yükseliyordu. Böyle bir sistemin ayakta kalması için Osmanlıların sebat göstermesine, kimi zaman güç kullanarak da sağlansa devlete koşulsuz güvene, iktidarın ulvi niteliğinin kabulüne ve tebaanın rızasına ihtiyacı vardı. Böyle bir ideal de ancak artan bir büyümeyle gerçekleştirilebilirdi.
s.351
Büyük İmparatorlukların Doğuşu
Gelişim yeteneklerinin nice kanıtını ortaya koyduklarına göre, Türklerin yeniçağa da ayak uydurmaları kaçınılmazdı. XV. yüzyılda bilimsel ve teknik ilerlemeleri izlemekle kalmayarak bu konuda diğer ülkelerin önünde yer aldıklarını gösteren birçok örnek vardır. Konslantinopolis’in alınmasında kullanılan ünlü top bunlardan sadece biridir.
s.355
Daha o zamandan hesaplı kitaplı işlerin yerini hayalperestlik, çıkarsızhğın yerini de çıkar ilişkileri almaya başlamıştı. Rakibi Andrea Doria gibi, Amiral Barbaros da kendisini gereksiz gösterecek kesin bir zafer kazanmaktan kaçınmış, tam tersine mücadeleyi mümkün olduğunca sürdürerek kendini vazgeçilmez kılmıştır. Herkes aynı biçimde davranıyordu. Merak yerini ilgisizliğe, yaratıcı deha taklitçiliğe, hırs ise var olanla yetinmeye bırakmıştı yerini. At gözlükleri takılmış, öngörünün yerinde yeller esmeye başlamıştı.
s.369
Sonunda zenginlikler de tehlikeli bir biçimde yığılmaya başlamışlardı; servet başıboşluğu sever, hazzı teşvik eder ve en iyi olasılıkla da sürekli artmak ister. Ancak bozulma ve çözülme de böylece erdemin ve gayretin yerini almaya başlar. İnsanlar hak ettiklerinden fazlasıyla ödüllendirilir olmuşlardı. Yapılan her işte altın kazanma hırsı vardı. Her görev ondan nasıl çıkar sağlanabileceğiyle değerlendiriliyordu.
s.370
1550 ile 1900 yılları arasında ne gerçekleşirse gerçekleşsin sonuç ortadadır: birkaç istisna dışında Karadeniz’in kuzeyindeki topraklar, Ural’a ve Kamaya kadar olan bölge yaklaşık bin yıldır, hatta daha da fazla lıır süredir Türkçe konuşan toplulukların yurdu olan topraklar Slav lopraklan olmuşlardır. Sömürgeleştirme mi? Sonunda değerlenen verimli topraklar mı? Asimilasyon mu? Sınır dışı etme veya katliam mı? Yanıt vermek çok güç.
s.373
Safeviler, Safiyeddin (1253-1334) adlı bir Ardebil şeyhinden geldiklerini ileri sürerler. Bu Sünni şeyh Ortadoğu’daki Kızılbaşlar üzerinde çok etkili olmuştur. Kızılbaşlar ya da Aleviler genelde Türk Şiiler olarak görülürler, ancak aslında Şaman ve Orta Asya geleneklerine bağlı Türklerdir. Bunlar İslam mezhepleri içinde ayrıntılarda farklılaşan, ama son derece esnek ve hoşgörülü olan Şiilik mezhebinin ardına sığınmışlardır.
s.376
XVII. Yüzyıldaki Yükseliş ve Çöküş
Mutlu halkların tarihi olmadığı söylenir: Buharalılar mutlu bir halk olmalı, çünkü tüm çabalarını şehirlerini güzelleştirmek, eğitimi ve kültürü geliştirmek ve güçlendirmek için harcamışlardır.
s.412
Çöküş
Ruslar hep aynı oyunu oynuyor ve başrolü kapıyorlardı: bir ülkeyi tecrit etmeyi başardıklarında, başına kendi adamlarından birini getiriyorlardı. Halk onu reddediyor ve ayaklanıyordu. Bu durumda başa getirilen kukla yönetici yüzünü Rusya’ya dönüyor ve yardım istiyordu. Ruslar da ittifaklarına saygı bahanesi altında bu zavallının yardım çağrısına koşuyor, duruma hâkim oluyor ve ülkeyi korumaları altına alıyorlardı
s.422
Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan Türk olmayan toplulukların tereddütlerinden, hatalarından, ihanetlerinden sonra imparatorluğu savunmak Türklere kalmıştı. Bu savunmayı büyük bir fedakârlıkla yerine getirirler, öyle ki bu durumlardan en ufak çıkar sağlamazlar. Anadolu geri kalmışlığa terk edilmiş durumdaydı ve XIX yüzyılda, İstanbul lehçesinde “Türk” sözcüğü “dağlı, kaba, geri kalmış köylü” yan anlamlarını getiriyordu. Türkler yaklaşık iki yüzyıl boyunca bitmek bilmeyen savaşlar sırasında yiğitçe savaşmış, kanlarını bu uğurda dökmüşlerdi. Her şey bittiğindeyse geriye sadece 10 ila 12 milyon Türk kalmıştı.
s.431
İçerdeki ve dışardaki savaşların, rezil kıyımların, aptalca katliamların ve misillemelerin sürekli tekrarlanıp durduğu iki korkunç yüzyıl yaşandı. Avrupa’ya bir yaklaşıp bir uzaklaşılan, yabancı güçlerin içişlere giderek daha çok katıldığı, ekonomik anlamda vasal duruma gidilen iki yüzyıllık bir çöküş süreci. Rusların hiç gevşemeyen baskılarına, daha az düzenli olmakla birlikte Avusturya’nın öldürücü darbelerine, yerli olmayan unsurların ayaklanmaları eklenmiştir. Fransız Devriminin milliyetçilik ideolojisi “milletleri” kışkırtmıştır. Yabancıların entrikası, cesaretlendirici sözleri, vaatleri tüm Hristiyanları ayaklanmaya teşvik eder ve sonunda öldürücü bir özgürlük mücadelesine girişirler. Bunları gizliden gizleye yönlendiren Avrupa da bu durumdan memnundur; onları Hugo’yla, Lord Byron’la yüreklendirmiş, Delacroix’nın tablolarıyla şevklendirmiştir. Edebiyattan müziğe ve resme romantik ekol giderek yayılırken, romantizm akımı dağa çıkan Rum eşkıyalarda, Praksiteles’in ve Sokrates’in mirasçılarını görür. Avrupa, Ermenileri de satranç tahtasındaki piyonlar olarak görür ve daha sonrada terk eder. Bunların arkasından ağlar, soy kırımdan söz eder ki bu soy kırım aslında çok daha ufak bedeller ödenerek önlenebilirdi.
s.432
Osmanlıların sürekli olarak yineledikleri, ancak bir türlü yerine getiremedikleri vaatler, ki bu vaatlerin yerine getirilememesi için bütün düzenlemeler önceden yapılır, kanlı ayaklanmalar, daha da kanlı bir biçimde gerçekleştirilen baskınlar, tüm bu kıyımlar ve tüm bu kargaşa Türklerin elini kana bulamış ve bir türlü silinmeyen bu kan lekesi, sadece Osmanlı İmparatorluğuna ait olarak görünmeliyken bugün ki Cumhuriyeti de etkilemiştir. Giderek Hristiyanlıktan uzaklaşmasına karşın Avrupa, Hristiyanların İslam’ın baskısı altında ezildiklerini görmek istemiyor, belki de bir art düşünceyle bu şekilde onları kendine çekeceğini ve katacağını düşünüyordu. Ancak Avrupa Hristiyanların da Müslümanları boğazladığını, bu durumu imparatorluğun zaafı olarak gören kamuoyu neslinde Babıali’nin kendini aklayamadığını, Müslümanların aynı merkez kaç kuvvete itaat ettiğini ve Hristiyanlar kadar onlarında imparatorluğun yıkılmasına katkıda bulunduklarını (örneğin Arabistan’da Vahabileri, Balkanlarda Tebelen’den Ali Paşa’nın Boşnak ve Arnavutlarını, Babıali’nin başlıca vasılı olan Mehmet Ali’yi, ünlü Arabistanlı Lawrence’nin uzun süre aralarında yaşadığı Yakındoğu’daki tüm Arapları) unutuyordu.
s.433
Gerçek anlamda bir değişim yaşanır. Bu değişimler başarılı olabilirlerdi. Türkiye’nin büyük bir gücü ve enerjisi vardı ve ekonomi de öteki güçleri yakalayabilirdi. Çünkü sanayideki ve teknolojideki yeniliklere açıktı; 1866 yılında açılan ilk demiryolunun kazandığı başarı bunu kanıtlamaktaydı. Kendi içine kapanmış bir ülke değildi; öyle ki ticareti 1870 yılında %50 oranında İngilizlerin elindeyken, kültür yaşamında %100 bir Fransa nüfuzu vardı. Ancak ne yazık ki bu değişim rüzgârı başarılı olmadı. Bu başarısızlığın nedenleri de çok uzaklarda değildi, çünkü Avrupa’nın hasta adamına karşı bir haçlı seferi yürütülüyordu. Ayrıca onu oluşturan tüm halklarla birlikte yaşanması artık mümkün değildi. Her şey onları bu birlikten ayırıyordu. Bu ayrılığa inanmışlar ve bu oldukça kanlı sonuçlar verdi. Bu halklar ancak saygı duydukları ve çıkar sağladıkları müddetçe bu hanedana bağlı kalmışlardı.
s.441
Osmanlı İmparatorluğu? Bu oluşumun bağrından pek çok ulus çıkmıştır. Belki üç, belki dört, hatta belki de beş yüz yıldır ne bir İslam imparatorluğudur ne de bir Türk devletidir. Her şey bu imparatorluktan önceki haline dönmüş gibidir. İmparatorluğun düşmanı olan Şiilik dahi ayakta kalmıştır; Hristiyanlık varlığını ayrı şekilde sürdürmektedir. Onu oluşturan milletlerin dilleri ve kültürleri o kadar iyi korunmuştu ki, kısa bir süre içinde tüm özgünlükleriyle Macaristan, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Yugoslavya, Arap Devletleri bir bir kurulmuştu, hatta bir Kürdistan bile kurulabilirdi. Sadece Ermeniler büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlardı. Ortadan yok olabilirlerdi ama olmamışlardı, çünkü Sovyet bir Ermenistan oluşabilmişti. Bu olaylar sonucunda tüm dünyada son derece etkin, yetkili, dinamik bir Ermeni diasporası oluşmuştu. Ancak yüksek dehalarını ortaya koydukları eski yurtlarının büyük bir bölümü artık onların değildi, oradaki halkı artık Ermeni oluşturmuyordu. Bu kadar büyük bir yıkımdan yarar sağlayamamalarından dolayı duydukları acıyı anlamak mümkündür.
Türkler işgal ettikleri ülkelerin bütünlüğünü bozmamış, bu ülkeleri değiştirmemişlerdi. Gerçekte başka kültürler tarafından asimile edilen onların üst sınıfı olmuştu.
s.444
Türklerden geriye hiçbir şey kalmamış mıydı? Balkan halklarına sadece danslarını, kumaşlarını, alkolü (rakı), konutlarını, bunun ötesinde tüm dünyaya ise sadece şiş kebaplarını ve yoğurdu bırakmışlardır, ancak bugün bunlar bile onlara atfedilmemektedir. Her dilden her dinden insanı barış içinde bir arada yaşatmaya boşuna mı çabalamışlar, büyük bir hoşgörü dersini boşuna mı vermişlerdi dünyaya?
s.445
Diriliş
Kürtler ile Türkler arasında pek çok nedenden ötürü bir uçurum yoktur. Bu iki ulus binlerce yıldır bir arada yaşamaktadır; Kürtleri gönderme yapabilecekleri bir tarihleri, devletleri ya da tamamen Kürt unsurlardan oluşan bir kültürleri yoktur. (belki bir anlamda aşırı Şiiler olan Ali İlahiler bir referans olabilir, ama onlarda İran’da yaşamaktadır.) Kürt boylarından bazıları bir biçimde Kürtleşmiş eski Türkmen topluluklarıdır; Kürtler ve Türkler Kurtuluş Savaşında birlikte savaşmışlardır. Kürt lehçeleri çok farklılaşmıştır, en çok kullanılan dil zorunlu olarak Türkçedir; kanun önünde tüm yurttaşlar eşittir, Kürtler Cumhuriyetin yönetim kadrolarında en üst görevlere kadar çıkmışlardır.
s.458
1920’li yıllarda Türk dünyası neredeyse yok olmaya mahkûm görünüyordu. Akdeniz’den Orta Asya’nın kalbine doğru Türkler yeniden yaşama döndüler. Türkler 1920’de 30 ila 32 milyondu; bugün yaklaşık olarak 150 milyona ulaştılar. 21. Yüzyılın ilk yarısının sonunda yaklaşık 200 milyon olacakları düşünülüyor.
s.483
İki bin yıl boyunca Türklerin dehalarına pek çok kez tanık olduk, Pasifik okyanusundan Akdeniz’e kadar varlıklarını sürdürdüler. Eğer geçmiş geleceğin garantisi ise Türklerden çok şey beklenebilir, ancak süvarilerinin mutlak üstünlüğüne borçlu oldukları egemenliklerine bir daha asla ulaşamayacakları bir gerçektir.
s.484
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder